Bülent Güven'in kaleminden, kahve ve kalkınma
Sabri Ülgener'e göre Batı insanı maddeyi farklı boyutları ile kuşatıp hırpalarken, Osmanlı insanı maddeyi olduğu gibi veya ilk karşılaştığında onda meydana getirdiği değişiklik ile kabul ediyordu.
Lamartine de Osmanlı'da gördüğü gerçeği su şekilde satırlara dökmüştür: “…Bu ulus gerçekten bir şey yaratmıyor, hiçbir şeyi yenilemiyor. Fakat hiçbir şeyi kırıp tahrip de etmiyor…”
Kahve günümüzde dünyada en fazla içilen içeceklerinden biri hatta belki de en fazla içileni. İşlem hacmine baktığımızdaysa kahvenin petrolden sonra dünyada en fazla işlem gören ürün olduğunu tespit ederiz. Bundandır ki kahve bugün yetmişten fazla ülkede ekilmekte ve hemen hemen tüm dünyada düzenli olarak tüketilmektedir. Bugünün dünyasında böyle bir öneme haiz olan bir içeceğin çıkış noktasını, uğradığı havzaları, geçirdiği değişimleri mercek altına almak hem bir hayli ilginç hem de başta Türkiye olmak üzere kalkınma meselesini anlamak için de epey açıklayıcıdır.
Kahvenin çıkış yeri ve ismi ile ilgili çok sayıda iddia olsa da tarihsel kaynaklara göre kahvenin Etiyopya’nın bir bölgesi olan Kaffa’da yaygın olarak tüketilmeye başlandığı ve daha sonra da Yemen’de özellikle de mutasavvıf kesimler tarafından kullanıldığı açıktır. Fakat dünya tarihini ilgilendiren asıl önemli olan husus, kahvenin 15. yüzyıl dolaylarında Etiyopya ve Yemen dışına çıkarak, Mısır, Suriye ve Hicaz gibi İslam coğrafyasına yayılmasıdır.
Bostanzade’nin fetvası
Kahvenin Anadolu ve Balkanlara gelişi ile ilgili de farklı rivayetler vardır. Tüm bu rivayetlere bakınca anlaşılan şudur ki kahve kesin olarak bilinmeyen tarihten beri Osmanlı’nın elit kesimleri tarafından bilinmekteydi. Fakat kahvenin Anadolu ve Balkanlardaki asıl “patlaması” 16. yüzyılın ortalarında Halepli Hakem ve Şamlı Şems tarafından İstanbul’da Tahtakale’de kahvehane açmasıyla başlamıştır. Başka bir ifadeyle modern bir tabir ile iki “girişimci” olan Hakem ve Şems kahvehane “konseptini” Osmanlı dünyasına getirmiştir. Her ne kadar kahvenin ve kahvehanelerin ortaya çıktığı bu ilk zamanlarda onun helalliği tartışılmış olsa da görülen o ki nihayetinde Şeyhülislam Bostanzade’nin verdiği fetva ile helalliği kabul edilmiştir.
Öte yandan, kahvenin ve kahvehane konseptinin Avrupa ve dünyaya yayılması İstanbul üzerinden gerçekleşmiştir. Avrupa’da ilk kahvehane 1615 yılında İstanbul’dan gelen Venedikli tüccarlar tarafından İtalya’da açılmış, daha sonra zamanla 1648 yılında Paris’te, 1691 tarihinde de Londra’ya götürülmüştür.
Servet kaynağı
O halde sorulması gereken soru şu olabilir: Kahveyi keşfedip bir ürün haline getiren Müslümanlar ve dünyaya yayan Türkler, bugün çok önemli bir servet kaynağı haline gelen kahvenin potansiyelinden ne kadar faydalanmışlar ve faydalanıyorlar? Bu noktada göze çarpan ilk husus kahve içim yöntemlerinin Avrupa ve Amerika’da yayılırken sürekli şekil değiştirmesi, fakat buna rağmen İslam dünyasında hala yaygın olarak kullanılan yöntemin 500 yıl öncesinin pişirme yöntemi olan cezve yöntemi olmasıdır. Diğer taraftan Avrupa ve Amerika’da kahve süreç içinde farklı şekillerde işlenerek hem sıcak hem de soğuk içecek haline getirilmiştir. Yine aynı şekilde Avrupa ve Amerika’da daha farklı aromalar ve farklı tatlar konusunda açık bir arayış mevcuttur. Nihayetinde günümüzde Avrupa veya Amerika menşeli herhangi bir kafeye gidildiğinde takdir edilecektir ki en az on çeşit soğuk ve sıcak kahve ile karşılaşmanız gayet normaldir. Dahası Avrupa ve Amerika’da kahvenin pişirme ve kullanım çeşitlerinin artması ile birlikte çok ciddi bir kahve endüstrisi de gelişmiştir. Evlerde, ofislerde ve kafelerde içilen kahveler için başta İtalya, Almanya ve İsviçre gibi ülkelerde üretilen kahve makineleri Avrupa’da ciddi bir ihracat kalemi haline gelmiş durumdadır. Avrupa ve Amerika’ya dünyanın çok sayıda coğrafyasından ithal edilen kahvenin işlenip paketlendikten sonra tekrar farklı ülkelere ihraç edilmesi ise başka bir katma değer unsurudur.
Kültür ihracı
Son olarak uluslararası zincir haline gelmiş “kahvehanelerin” o ülkeler için sadece ekonomik değer üretmedikleri açıktır. Kabul edilecektir ki bu “kahvehaneler” ortaya çıktıkları ülkelerin aynı zamanda içecek ve tüketim kültürünü de başka ülkelere ihraç etmektedirler. Olayın ekonomik ve kültürel boyutunu anlamak için ünlü Amerikan menşeili meşhur Starbucks’ın şube sayısına ve yaptığı ciroya göz atmak yeterlidir. 2019 verilerine gören Starbucks dünyada 31 bin 250 şubesi ile 26,5 milyar Dolar ciro gerçekleşmiştir. Başka bir deyişle ABD’nin McDonalds üzerinden dünyaya ihraç ettiği fastfood kültürünü içecek sektöründe de Starbucks gerçekleştirmektedir.
O halde kendimize şu soruyu sorabiliriz: Batı’da kahvenin geçirdiği değişim ve oluşturduğu ekonomik değerin binde biri dahi kahveyi keşfedip içecek haline getiren İslam dünyası neden gerçekleştiremedi? Neden sorusu hiç şüphesiz bizi İslam dünyası neden gelişemedi neden sanayi devrimini gerçekleştiremedi gibi İslam dünyasında yüz yıllardır tartışılan kadim sorulara götürür. Her ne kadar bu soruların cevabı hem çok karmaşık hem de makalenin sınırlarını fazlası ile aşsa da bu makale kahve metaforu üzerinden bu sorulara zihniyet yönünden en azından kısmi bir cevap vermeye çalışacaktır. Sabri Ülgener ve günümüzde onun öğrencisi Ahmet Güner Sayarı gibi iktisatçılar Osmanlı insanın zihniyeti üzerinden iktisadi gerileme veya gelişmeme süreçlerini Max Weber’i temel alarak açıklamaya çalışmışlardır. Sabri Ülgener’e göre Batı insanı maddeyi farklı boyutları ile kuşatıp hırpalarken, Osmanlı insanı maddeyi olduğu gibi veya ilk karşılaştığında onda meydana getirdiği değişiklik ile kabul ediyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göreyse Batılı insan maddeyi “daima elinde çevirir, zihninin karşısında tutar, ondan bir takım başka hususiyetler ve mükemmelleştirme imkanları arar, onun hakkında en etraflı bilgiye sahip olmaya çalışır ve bu gayretleri sonunda bu maddeyi başka bir şey haline getirir.”
Türklerin bir maddeyi hiç bozmadan ve ondan şeklen ve içerik olarak hiçbir değişiklik meydana getirmeden olduğu gibi muhafaza etmeleri, 19 yüzyıl başlarında Osmanlı’ya gelen Alphonse de Lamartine’in dikkatinden kaçmamış ve gördüğü gerçeği su şekilde satırlara dökmüştür:
“…Bu ulus gerçekten bir şey yaratmıyor, hiçbir şeyi yenilemiyor. Fakat hiçbir şeyi kırıp tahrip de etmiyor…”
O halde bahsi geçen bu üç “gözlemcinin” ifadelerinden anlaşılmaktadır ki Osmanlı’ya gelişinden yaklaşık yüz yıl sonra Avrupa’ya giden kahvenin niçin orada çeşitlenip, dünyanın en fazla içilen içeceği haline gelip hem Batı kültürünün ihracının bir aracı haline gelmesi hem de çok ciddi bir ekonomik değere dönüşmesinin arkasında Batı insanın yukarıda tasvir edildiği şekli ile maddeye yaklaşımında yatmaktadır. Başka bir ifadeyle günümüz İslam dünyasında ve Türkiye’sinde kahve pişirmede kullanılan yaygın yöntemin hala közde pişirme yönteminin olmasında ve bunun yüceltilip bir ekonomik değere dönüşmesinin altında maddeye karşı olan bu âtıl yaklaşımdır.
Eğitim sistemindeki sorun
İktisadi kalkınmaya engel olan zihniyetin oluşmasının altında tarihsel anlamda çok sayıda neden olmakla birlikte 19. yüzyıl Osmanlı münevveri Muallim Cevdet Bey Osmanlı eğitim sistemindeki şu yapısal sorunun bu problemin altında yatan temel neden olarak görür:
“…Talim ve terbiyede fünuna büyük hisse ayıranlar, birer ikişer öldükten sonra... dersleri o kadar gülünç ve gülünç olduğu kadar muamma haline getirmiştik, bu dersler yüksek kısımda üç sene görüldüğü halde, bir tek nebat, bir tek karınca, bir tek horoz veya tas üzerinden tatbikat yapılmazdı. Skolastik usulü denen bu bataklık neticede, zekâları söndürmüştür. Skolastik metot ile yetişen bir medreseli veya mektepli katiyen kitaplardan gayri şeye bakmaz. Onun nazarında her misal, her harici numune, her ameli tatbikat yalancıdır. O satırların yüksek ve kara duvarları içine çekilmiş bir Cinlidir. Türkiye’yi düşüren bu mühim amil, talim ve terbiyenin üç asır kadar tabi kaldığı bu metottur…”
O halde iktisadi gelişmeye/yenilikçiliğe engel olan söz konusu zihniyetin köklerini İslam dininden ziyade, İslam ülkelerinin yaşadığı bu sosyolojik-yapısal koşullarda aramak gerekmektedir. Zira kahve örneğinde görüldüğü üzere Müslümanların maddeye olan ilişkisini zihniyet bağlamında inşa eden hususların temelinde hep yapısal nedenler mevcuttur. Bu yapısal nedenler her ne kadar son yıllarda belli bir dönüşüme uğramış olsa da Müslüman dünyasının yenilikçilik ve girişimcilik bağlamında alması gereken çok fazla yol olduğu açıktır. Keza kahve örneğini mevcut olan ataleti başka kalemlerde de görüyoruz. Örneğin, günümüzde İslam ülkeleri çıkışlı dünya çapında güçlü bir tekstil veya saat markasının çıkmamasının arkasında da hep aynı davranış kalıpları yatmakta olduğu düşünülebilir.
Müslümanlar uzun yüzyıllardır yaşadıkları bu zihniyet sorununu aşmak için sorunların doğru teşhisi ile başta eğitim sistemi olmak üzere, eğitim sürecinin türevi olan alanlarda, basın yayın ve düşünce hayatında ciddi yapısal dönüşümler geçirmeliler. Günümüz İslam dünyasındaki elitlerin, entelektüellerin fazla en fazla kafa yormaları gereken meselelerden birisi bu olmalıdır.
Suriyeli Jobs
Unutulmamalıdır ki ekonomik değerleri ve buluşları kreatif bireyler gerçekleştiriyorlar. Apple’in kurucusu ve hem cep telefonunda da hem de bilgisayar kullanımda devrim gerçekleştirerek 1 trilyon dolar değerinde bir şirketi meydana getiren Steve Jobs’un annesi ve babası Suriye doğumlu Müslüman Araplar. Steve Jobs bir Amerikan aileye evlatlık veriliyor ve Amerika’da yetenekleri doğrultusunda harikalar meydana getiriyor. Steve Jobs Amerikan aileye evlatlık olarak verilmeyip, Suriye’de yaşasaydı, aynı başarıyı göstergebilimiydi? Ebetteki hayır. Müslümanlar Steve Jobs örneğinin cevabını buldukları takdirde kalkınma yönünde ciddi bir atmış olurlar. Bu anlamda, kahvenin dünya tarihindeki serüveni Müslümanlara ders olmalıdır.
Anahtar Kelimeler: Bülent Güven'in kaleminden, kahve ve kalkınma