İsrail'in Orta Doğu’yu parçalamak için Nil’den Fırat'a açık operasyonları
Son dönemde İsrail’in Orta Doğu genelinde hava saldırılarında ciddi bir artış ile karşı karşıyayız. İsrail’in, Mısır ordusuna “destek olmak” için, Sina bölgesindeki silahlı guruplara karşı hava saldırıları düzenlediği her iki ülkenin yetkili makamlarının doğruladığı bir gelişmeydi. Buna ilaveten geçtiğimiz hafta İsrail tarafından Suriye ve Irak’taki İran yanlısı milis güçlerine ve Lübnan’ın güneyine yönelik üç hava saldırısı, bölge genelinde İsrail’in ofansif bir politika benimsediği yorumlarını kuvvetlendirdi.
İsrail’in bölge genelinde İran karşıtı saldırgan bir kampanya başlatmasının başlıca iki temel sebebi bulunduğu söylenebilir; BAE-Suudi ekseninin İran’ı dengeleme konusunda yaşadığı başarısızlıklar ve ABD yönetiminin İran karşısında beklenen sertlikte bir politika takip etme konusunda sergilediği tutarsızlıklar.
Statükocu eksenin İran’ı dengeleme sorunu
Arap Baharının başlamasıyla bölgede demokrasi, özgürlükler ve insan hakları temelli değişim dalgasını kendi muhafazakar rejimleri için hayati bir tehdit olarak algılayan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan’ın liderliğinde “statükocu bir eksen” oluştu. Bu süreçte statükocu BAE-Suudi ekseninin temel gayesi Orta Doğu'da sokak hareketlerinin yol açtığı istikrarsızlıklardan da yararlanan revizyonist İran’ı dengelemek oldu.
Mart 2011’de Suudi liderliğinde Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) askeri unsurlarının Bahreyn’deki Şii muhaliflerden Suudi müttefiki el-Halife rejimini korumak için yaptığı doğrudan askeri müdahale, 2014 ve 2017 yıllarında BAE-Suudi liderliğinde Katar’a karşı uygulanan diplomatik baskılar, havadan, karadan ve denizden uygulanan abluka ve 2015 yılından itibaren Yemen’e dönük askeri müdahale, İran’ın Körfez ve Güney Arabistan’da artan politik nüfuzunu ve statükocu rejimlerin istikrarını sarsmaya dönük asimetrik askeri kapasitesini dengelemeye yönelik adımlardan bazılarıdır.
Yine BAE-Suudi ekseni, Mısır’da 2013 yılında Müslüman Kardeşler yönetimine karşı gerçekleşen askeri darbeyi tüm imkanlarıyla destekleyerek Levant ve Kızıldeniz bölgesindeki İran nüfuzunu sınırlamaya çalışmıştır. Çünkü ülkede Mübarek sonrası iktidara gelen Müslüman Kardeşler yönetiminin İran ile uzun yıllardır kopuk olan diplomatik ilişkileri yeniden başlatması, İran’a, zikredilen bölgelerde nüfuzunu genişletmesi için yeni imkanlar sağlamıştı. BAE-Suudi ekseninin Levant ve Kızıldeniz bölgesinde teröre karşı oluşturduğu ittifakın en önemli üyesi olan Mısır’ın Müslüman Kardeşler iktidarı döneminde, bölgesel meselelerde (Filistin sorunu) İran ile benzeşen yaklaşımı terör karşıtı bu ittifakın sonunu getirebilirdi.
İran’ı doğudan çevrelemek için askeri gücüne ve nükleer kapasitesine güvenilen Pakistan da, bu süreçte BAE-Suudi ekseninin sıcak ilişkiler geliştirmeyi hedeflediği bir ülke oldu. Pakistan’ın içinde bulunduğu ekonomik krizi fırsata çevirmeye çalışan BAE-Suudi ekseni, ülkeye sağladığı milyar dolarlık kaynaklar sayesinde İran karşısında Pakistan’ın desteğini almayı ummuştu. Bu süreçte Pakistan askeri unsurları bir taraftan Suudi Arabistan’ın Şii nüfusunun yoğun olarak yaşadığı doğudaki petrol bölgelerinde iç güvenlik hizmetlerinde kullanılmak istenirken diğer taraftan özellikle Pakistan kara kuvvetlerine bağlı unsurların Yemen’e dönük bir kara harekatında kullanılması planlanmıştı.
Ancak aradan geçen dokuz yıla rağmen BAE-Suudi ekseninin sayılan tüm bu cephelerde İran’ı dengeleme konusunda ciddi başarısızlıklarla karşı karşıya kaldığına şahit olmaktayız. Bahreyn’de rejimin Şii muhalifler tarafından devrilmesi engellendi ama ülkede politik istikrar bir türlü sağlanamadı. Rejim karşıtı barışçıl gösterilerin şiddet kullanılarak bastırılması ülkede bir şiddet sarmalına yol açtı. Ayrıca basın-yayın mecralarınca çok fazla dillendirilmese de, son yıllarda Bahreyn’de önemli sayıda silahlı grup Bahreyn güvenlik kuvvetlerine karşı çok sayıda şiddet eylemi gerçekleştirdi.
Suudi Veliaht prensi Muhammed bin Selman ile BAE Veliaht prensi Muhammed bin Zayed’in kendilerini gelecekte ülkelerinin tahtına kavuşturacak önemli bir araç olarak gördükleri Yemen savaşı, harcanan onca askeri/ekonomik/diplomatik kaynağa rağmen statükocu eksen açısından tam bir hezimetle sonuçlandı. Dört yılı aşkındır süren savaş, Yemen’de tam bir kaosa yol açtı. Tüm şehirler harap oldu, altyapı çöktü, ülke ekonomisi iflas etti. 2015 yılında başlayan askeri müdahale Suudi Arabistan’ın güneyinde bin 600 kilometrelik sınır boyunca baş edilmesi çok güç, istikrarsız bir Yemen açığa çıkardı. Tüm bunlara ilaveten, Yemen’deki uluslararası kamuoyuna yansıyan insani trajedilerin Kaşıkçı cinayetiyle birleşmesi, başta İslam dünyası olmak üzere dünya genelinde BAE-Suudi ekseninin itibarına önemli bir darbe vurdu.
Sonuç olarak İran’ı Güney Arabistan’da dengelemek için başlattığı Yemen savaşında BAE-Suudi ekseni, sadece askeri olarak kaybetmekle kalmadı; hem İslam dünyasındaki itibarını hem de on yılı aşkın bir süredir İran karşısında direnmek için oluşturduğu askeri ittifakı kaybetti. BAE ile Suudi yanlısı unsurların Yemen’de, Husilerle savaşmayı bırakıp birbirleriyle çatışmaya girmeleriyse, Arap Baharı sürecinde oluşan statükocu BAE-Suudi ekseninin sonunun geldiği yorumlarına yol açtı.
Son olarak, Pakistan’ın yıllar sonra yeniden alevlenen Keşmir krizi üzerinden tarihsel rakibi Hindistan’a odaklanması, Levant ve Kızıldeniz’de İran’ı dengelemek için büyük umutlar bağlanan Mısır’ın yaşadığı ağır ekonomik sorunları öncelemeyi Körfez’deki statükocu eksenin güvenliğine tercih etmesi, BAE-Suudi ekseninin İran’ı dengeleme hayallerini bir kez daha suya düşürmüş oldu. Arap Baharının onuncu yılına yaklaştığımız bu dönemde İran; Körfez, Levant, Kızıldeniz ve Güney Arabistan bölgelerinde nüfuzunun kırılması bir yana, gün geçtikçe güçleniyor.
ABD yönetiminin tutarsız Orta Doğu politikaları
ABD yönetiminin bölgede sergilediği tutarsızlık, uzun yıllardır ABD'nin güvenlik garantilerine yaslanarak varlıklarını sürdüren başta İsrail olmak üzere ABD müttefiki rejimlerde ciddi bir endişeye yol açıyor.
II. Dünya Savaşı sonrasında ABD başkanlarının isimleriyle anılan Eisenhower (1957), Nixon (1969), Carter (1980) ve Bush (2001) doktrinlerinin tamamının ortak noktası, İsrail’in ve bölgede ABD müttefiki rejimlerin (BAE, Suudi Arabistan, Kuveyt vs.) güvenliğini tehdit eden bölge içinden veya dışından her girişime ABD’nin güçlü bir askeri cevap vereceğinin ilan edilmesiydi. ABD yönetimleri 1990 yılındaki I. Körfez Savaşı, 2002’deki Afganistan ve 2003’teki Irak işgali ile bölge güvenliğine verdikleri hayati önemi ortaya koydular. Ancak ABD’nin kat’i güvenlik garantileri altında uzun yıllar güven içinde yaşamaya alışmış bölge ülkeleri bugün yepyeni bir Orta Doğu güvenlik mimarisi ile karşı karşıya. ABD yönetimi her ne kadar geçmiş yıllarda olduğu gibi bölge güvenliğine verdiği büyük önemi söylem düzeyinde kararlılıkla ifade etse de sıra fiili güvenlik garantisine geldiğinde kendisinden beklenmedik bir tutarsızlık sergilemektedir. ABD yönetiminin sergilediği bu tutarsızlık, bölgede uzun yıllardır ABD güvenlik garantilerine yaslanarak varlıklarını devam ettiren başta İsrail olmak üzere ABD müttefiki rejimlerde ciddi bir endişeye yol açıyor.
Özellikle ABD askerlerinin 2010 yılında Irak’tan çekilmesini takip eden süreçte ABD yönetiminin İran karşısında öngörülemeyen bir tutarsızlık sergilemesi, İran’ı kendi rejimleri için en büyük tehdit olarak gören bölge ülkelerindeki tedirginliği artırmıştır. Bu süreçte Irak, İran nüfuzuna düştü; İran, Irak üzerinden Suriye, Lübnan ve Doğu Akdeniz’e bir kara bağlantısına kavuştu. ABD yönetimi, Arap Baharı sürecinde ABD’nin 5. Filosuna ev sahipliği yapan Bahreyn’de, dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip Suudi Doğu Vilayetinde çıkan rejim karşıtı isyanlara kayıtsız kaldı ve BAE-Suudi ekseninin giriştiği Yemen savaşına gönülsüz ve yetersiz bir biçimde de olsa destek oldu.
Son dönemde ABD yönetiminin İran karşısında sınırlı da olsa askeri müdahaleyi içeren sert politika yerine daha ılımlı bir politika gütmesi İran’ı varoluşsal bir tehdit olarak algılayan İsrail ve BAE-Suudi eksenindeki umutsuzluğu artırdı.
Özellikle son aylarda Körfez bölgesinde petrol tankerlerine yönelik kimliği belirsiz saldırılar, bir ABD insansız hava aracının (İHA) İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) tarafından düşürülmesi, İran’ın yeniden nükleer faaliyetlere başlaması ve DMO’nun (Cebelitarık Boğazı’nda el konulan İran tankerine misilleme olarak) İngiliz bandıralı bir petrol tankerine el koyması, Körfez’de tansiyonu yükseltti. Bu süreçte ABD yönetiminin İran karşısında sınırlı da olsa askeri müdahaleyi içeren sert bir politika yerine daha ılımlı bir politika benimsemesi İran’ı varoluşsal bir tehdit olarak algılayan İsrail ve BAE-Suudi eksenindeki umutsuzluğu artırdı. Özellikle İran’ın tüm baskı ve tehditlere rağmen bir İngiliz petrol tankerine Hürmüz Boğazı’nda el koyabilmesi hem rejimin kendi gücüne olan güvenini ortaya koyması açısından hem de bölgede İran karşıtı BAE-Suudi koalisyonuna meydan okuması açısından son derece önemli. İran, İngiltere bandıralı “Stena Impero” adlı petrol tankerine el koymak suretiyle, tüm gelirleri Hürmüz’den geçen petrole bağlı olan Körfez’deki rakiplerine, Hürmüz Boğazı’nı istediği zaman kapatabileceği mesajını verdi. Tüm bu gelişmeler karşısında ABD yönetiminin beklenen sertlikte bir politika uygulama konusunda yaşadığı kararsızlık da İran’ı cesaretlendirmiş olabilir. Çünkü ABD İHA’sı İran tarafından düşürülünce Trump yönetimi İran’a karşı sınırlı bir askeri cevap vermeyi kararlaştırmış ancak saldırı emrinin son anda başkan tarafından durdurulduğu kamuoyuna açıklanmıştı.
İran’ı dengelemek için İsrail şahin bir politikaya yöneliyor
BAE-Suudi ekseninin İran’ı dengeleme konusundaki başarısızlığı ve ABD’nin İran karşısında beklenen sertlikte bir politika benimseme konusunda yaşadığı gelgitler, İsrail’i İran karşısında ofansif bir politikaya yöneltmiş gözüküyor.
Bir taraftan BAE-Suudi ekseninin İran’ı dengeleme konusundaki başarısızlığı diğer taraftan ABD’nin İran karşısında beklenen sertlikte bir politika benimseme konusunda yaşadığı gelgitler İsrail’i İran karşısında ofansif bir politikaya yöneltmiş gözüküyor. Son dönemde İran’a bağlı milis güçlerin Suriye, Irak ve Lübnan’daki üslerine yönelik gerçekleştirdiği hava saldırılarıyla İsrail, İran’ın yukarıda sayılan sebeplere bağlı olarak artan nüfuzunu sınırlamayı hedefliyor. Tüm bu saldırıların ABD ve BAE-Suudi ekseninden habersiz yapılmış olma ihtimali oldukça zayıf gözüküyor. İsrail’in bu saldırılarının akabinde açıklama yapan Bahreyn Dışişleri Bakanı Ahmed El Halife’nin, İsrail'in Hizbullah ve Haşdi Şabi güçlerine yönelik hava saldırılarını kınamak bir yana bu saldırılardan memnuniyet duyduklarını ve İsrail’in “nefsi müdafaa” yaptığını savunması, Körfez’deki statükocu eksenin bu olaya bakışını göstermesi açısından önemli. Özellikle bu saldırılardan kısa süre sonra Londra merkezli The Middle East Eye haber sitesinin Irak istihbarat kaynaklarına dayanarak, Irak’a yönelik saldırıların Suudi Arabistan’ın da desteklediği kuzey Suriye’deki Suriye Demokratik Güçleri (SDF) bölgesinden kalkan İHA’larla yapıldığına ve saldırıdan kısa bir süre önce Muhammed bin Selman’a yakınlığıyla bilinen Körfez İşleri Bakanı Samir es-Sebhan’ın bölgeyi ziyaret ettiğine dair ortaya attığı iddialar, BAE-Suudi ekseninin bu saldırılardan haberdar olduğu fikrini kuvvetlendiriyor.
Tüm bu yaşananlar önümüzdeki süreçte BAE-Suudi ekseninin İran karşısında yıpranan askeri/endüstriyel kapasitesinin İsrail tarafından telafi edilebileceğini de ortaya koyuyor. Böylece BAE-Suudi ekseninin örtülü desteği sayesinde İsrail, “Nil’den Fırat’a” kadar olan bölgede örtülü/açık operasyonlar yapabilme yeteneğine kavuşuyor. Yakın zamanda ABD öncülüğünde kurulması planlanan Körfez deniz gücüne İsrail’in katılımının sağlanması, İran karşısında İsrail’in sadece havada değil denizde de şahin bir politika izleyerek varlık göstermesine zemin hazırlayacaktır.
Her ne kadar İsrail’in İran karşısında benimsediği ve BAE-Suudi ekseninden açık/örtülü destek gören şahin politikaları kısa vadede İran’ın bölge genelindeki askeri gücüne önemli ölçüde zarar verebilecek bir potansiyel taşısa da bu operasyonları sevinçle izleyen Orta Doğu’daki statükocu eksene dahil ülkelerde yönetimle halk arasında zaten var olan uçurumu iyice derinleştirerek rejimlerin istikrarını sarsacak bir etki uyandırması da kaçınılmazdır.
Anahtar Kelimeler: